EMPERYALİZMİN KISKACINDA TÜRKLÜK
Her ne kadar akademik ve bilimsel olmasa da "merhametten maraz doğar" özdeyişi tam da Türk tarihi için söylenmiş bir söz gibidir. Türkler gerek İslamiyet öncesi gerekse Müslüman olduktan sonra ele geçirmiş oldukları coğrafyalarda haksızlığı ve zulmü kime karşı olursa olsun reva görmemişlerdi. Osman Turan'ın Türk cihan hâkimiyetimefkûresi olarak teşhis ettiği bu anlayış İslamiyet’ten önce Kut anlayışının yanında tanrının diğer milletleri zulümden kurtarıp adalet içinde yaşatmayı bir ilke gibi benimsemişlerdi. Türkler kitlesel olarak Müslüman olduktan sonra zaten dinlerinin bir gereği olarak gayrimüslim azınlıkların hukukuna riayet etmiş onları Allah'ın bir emaneti olarak görmüşlerdi. Bu bahsettiğimiz durumun en tipik misali olan Ermeni milleti Türkler Anadolu'ya ayak basmadan önce Bizanslı idareciler tarafından hor görülüyor, istedikleri veya istemedikleri bir yere zorla tehcir ediliyor, Hristiyan bir millet olmalarına rağmen mezhep farklılıkları yüzünden Ortodoks Roma'nın nazarında hiçbir önem ifade etmiyordu. Fakat Türkler Anadolu'ya gelip yerleştiklerinde onları Anadolu'nun diğer yerli ahalisi gibi kabul etmişler, onların patriklerine saygı göstermişlerdi. Nitekim Fatih'in İstanbul'u fethinden sonra Ermeni patrikliği İstanbul'a taşınmıştı. Bizans idaresindeki Konstantinopolis’te bu durum hayal bile edilemezdi.
Türkler elbette hâkim oldukları coğrafyalara harpsiz,darpsız girmiş ve hâkim olmuş değillerdi. Kendilerine saldıranlara karşı elbette bir şiddet uygulayacakları doğal karşılanmalıdır. Müslüman olmakla beraber bütün Bizans coğrafyası Türklerin eline geçmiş İslamiyet bir üst kimlik olarak devletin ideolojisini oluşturmuştu. Gerek Selçuklular gerekse Osmanlılar Hristiyan devletlerden daha az vergi alıyor ve gayrimüslim azınlığa da herhangi bir baskı ve şiddet uygulamıyordu. Nitekim Selçuklular ‘la Bizans arasında Toprak şenlendirme bakımından Rum köylülerini aralarında paylaşamıyorlardı. Osmanlılarda ise bu durum değişmeyerek biraz daha geliştirilmişti. Millet sistemi adını verdiğimiz bu sisteme göre her dini grubun bir başı bulunuyordu. Ve bu gruplar arasında sınırlar belliydi. Osmanlılar veya genelde Türkler hâkim oldukları coğrafyalarda ne Rumlara ne Bulgarlara ne de diğer Slav milletlerine karşı bir asimilasyon politikası gütmemişti. Eğer bu gayrimüslim azınlık devlet kademelerinde yer almak istiyorlarsa, tercümanlık hariç Müslüman olmak ve Türkçeyi bilmek gibi şartlar vardı. Uzun süre bu adaleti tesis etmenin sırrı elbette farklı bir dinden ve farklı bir milletten olmakla bitmiyordu. Türkler aynı zamanda merhametli bir milletti.
İşte bu Adil sistem Türklerin kurduğu büyük imparatorluğun güçten düşmesiyle yavaş yavaş ortadan kalkacaktı. 1768'den itibaren Ruslara karşı alınan mağlubiyetler silsilesi her safhasında Osmanlıları dolayısıyla Türklerin daha fazla güç kaybetmesine sebep oldu. 1829'da Rusya ve batılı devletlerin desteğiyle istiklaline kavuşan Yunanistan’dan cesaret alarak diğer Hristiyan azınlıklar da peşi sıra isyan etmeye mümkünse istiklaline kavuşmaya mümkün değilse otonom bir idare ile teselli bulmaya başlamışlardı. Öyle ki yüzyıllardır Türklerle kardeş gibi yaşayan hatta Türkleşmiş Hristiyanlar olarak görülen Ermeniler bile terör örgütleri kurarak batılı devletlerin desteğini çekmeye çalışmışlardır. Hatta kiliseler bir örgüt evi ve papazlar bir militan gibi çalışmaya başladılar. Türklerin gerek Balkanlarda gerek Anadolu'da uğradıkları tecavüzler katliamlar haksızlıklar merhametlerinin bir neticesiydi belki de.
1829'da Mora’da Batılı devletlerin desteğiyle bir devlet kuran Rumlar ellerindekileri ile yetinmeyerek Osmanlı toprakları üzerinde tarihte hiçbir zaman var olmamış Yunan İmparatorluğu'nu canlandırma projesi olan Megali idea projesini gerçekleştirmek uğruna Girit'te Teselya'da Makedonya'da çetecilik (yani terör) faaliyetlerinde bulunuyorlardı. Her defasında Batılı devletlerin şımarttığı bu devlet 1897 Teselya Harbinde bize yenilmesine rağmen Batılı büyük devletlerin baskısıyla masada kazançlı çıkmıştı. Ardından 1912 Balkan Harbi’nde Atatürk'ün memleketi Selanik'i zapt etmişti. 1. Dünya savaşından sonra da yine batılıların tahrikleriyle Anadolu'yu işgal etmeye çalışmışsa da Atatürk'ün önderliğinde Milli Mücadelemize karşı yenilgiler alarak cennet vatanımızda yaptıkları katliamlarıyla, tecavüzleriyle vahşetleriyle defolup gitmişlerdir. Fakat devamlı olarak şımartılan bu devlete bizim emaneten İtalyanlara bıraktığımız On İki Ada’yı da batılı büyük güçler Yunanistan’a bırakmış ve Ege Denizi’nde günümüze kadar gelen iki büyük meseleyi de başımıza sarmışlardı. Kıta Sahanlığı ve Kara Suları Meselesi günümüzde de iki devlet arasında bir tartışma konusudur. Bu problemin asıl oyunbozanlığını yapan kesim kesinlikle Yunan tarafıydı, henüz bir antlaşma ile belirlenmemiş de olsa resmiyette iki devletin karasuları 6 deniz mili olarak kabul edilmişti. Lakin Yunanlılar bunu 18 mile çıkarmak istiyorlardı ki bu durumu hiçbir devlet kabul edemezdi. Zira Ege denizinde Türklere hareket sahası bile tanınmamış oluyordu. Günümüzde Yunanistan borçlarla ayakta durabilen, batının “sonsuz kredileri” ile devamlı şımartılan Türkiye’nin başına bela edilmiş bir konumdadır.
Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra hızlı bir şekilde Rumeli’de Toprak kaybeden Osmanlılar arkalarında büyük bir dram bırakmışlardı. Şüphesiz bu durumlara sebep olan şeyler düşmanın meziyetin ’den değil içerideki çıkar çatışmalarının bir tezahürüydü. Bu çıkar çatışmaları yüzünden 1909'da Sultan Abdülhamid'in tahttan indirilmesinin ardından bize bağlı bir prenslik olan Bulgaristan istiklalini ilan etmemiş miydi? Hiç şüphe yok ki Türk İmparatorluğu’ndan ayrılan bütün milletler varlıklarını Türk düşmanlığı üzerine kurmaya çalışmışlardı. Bulgaristan'da bağımsızlığın ardından 1926'da kurulan Rodna Zaşita (Anavatanın Korunması) örgütü gibi örgütler kurarak Türkleri yok saymaya, Türk eserlerini yağmalayıp yakıp yıkarak ortadan kaldırmaya, zorla Hristiyanlaştırarak Bulgar isimleri vermeyi bir devlet politikası haline getirmişlerdi. Öyle ki Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra 1933'te büyük bir göç dalgası Anadolu'ya gelmişti. Bir bakıma Anadolu'nun Türkleşmesine yardım etmiş olsa da bu faşist tutum 1989'da yeniden hortlamış ve Türkiye'ye bir göç dalgası daha gelmişti.
Türkler güçlüyken de zayıf düşmüşken de aciz bir millet değildir. Türklerin farklı coğrafyalarda kurdukları 16 büyük imparatorluk da bu milletin ne kadar büyük olduğunu, bu tarihi misyonun adeta genetik bir huy gibi değişmeden geldiğini tarihe bakarak anlayabiliriz. Türkler İslamlaştıktan ve batıya doğru ilerledikten sonra milletlerin hafızasında Türklük ve İslamlık mefhumu bir bütün halinde algılanmış ve tarihinde bu büyük milletin izlerini silemeyenlerin hafızasına Türk düşmanlığı genetik bir huy gibi bulaşmıştı. Buna verilecek ilk misal şüphesiz Kıbrıs Meselesi 1931 yılında Rumların Yunanistan ile bu adayı birleştirmek istemeleri ile başlamıştır. 1955 yılında bu amacı gerçekleştirmek için EOKA adında bir terör örgütü kurmuşlar ve adadaki Türklere karşı etnik temizlik hareketine girişmişlerdi. 1960 yılında başında Rum bir cumhurbaşkanı ve onun yardımcısı olarak Türk’ün bulunduğu bir Cumhuriyet kurulmuşsa da Kıbrıslı Rumlar bu durumu kabul etmediği gibi Türklere zulm etmeyi de bir ilke olarak benimsemişlerdi. Devamlı garantör ülkeler arasında yapılan müzakereler ve alınan kararlar Türk tarafınca kabul edildiyse de Rumlar Türkleri katletmeye ve adayı Yunanistan’a bağlama çabalarına devam ettiler.
Kıbrıslı Rumlar için Enosis’i gerçekleştirmek adına yapılacak tek şey vardı. Türkleri ya yok edeceklerdi veya Adadan süreceklerdi. Tarihe Akritas Planı olarak geçen bu planın ilk eylemi 1963’ün Noel’inde yani 21 Aralıkta Kıbrıslı Türk devlet adamlarının evlerinin basılarak katliama uğratılması oldu. Görüşmeler, müzakereler 60’lı yıllar boyunca devam ettiyse de Türklere yapılan haksızlıklar ve tecavüzler devam etti. 20 Temmuz 1974’te Türkiye’nin Barış harekâtı operasyonu neticesinde Adadaki heterojenlik ortadan kaldırılmış, Türklerin yaşadığı Kuzey bölgesi Türk Cumhuriyeti olarak dünyaya ilan edilmişti. Fakat 1974’teki Türkiye’nin bu hareketi batılılarca hoş karşılanmamış, Türkiye’ye ambargo uygulayarak askeri harekatın sabote edilmesi amaçlanmıştı. Aynı durum Adadaki Türkler için de geçerli oldu ve Kuzey Kıbrıs Birleşmiş Milletlerce’de devlet olarak tanınmamıştır. Günümüzde güney Kıbrıs Birleşmiş Milletlere üye bütün ülkeler nazarında adanın hâkimi devlet olarak tanınsa da Türkiye’ye ve Türklere ayak bağı olmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Türklük bir ırkın adı olmaktan 1071 Malazgirt meydan muharebesinde çıkmıştı. Artık Müslüman demek Türk demekti. Bu duruma misal verilecek en yakın hadise 1992’de Yugoslavya’nın dağılmasıyla bir kez daha anlaşılmıştı. Yugoslavya’nın askeri unsurunu oluşturan Sırpların gücü ancak Müslüman unsur olan Boşnaklara yetmişti. Osmanlı dönemine ait ne kadar cami medrese köprü varsa tahrip ediliyor, Bosnalı Müslüman kadınlara tecavüz ediliyor, Mostar’ın ikonik Osmanlı köprüsü bombardımanla canlı yayınla yıktırılıyordu. Bu dehşetin en büyüğünü de Srebrenitsa’da yapılmıştı. Canlı yayınla insanlar kurşuna diziliyor kazılan çukurlara gömülüyordu. Bu vahşetin baş mimarı Sırp Kasabı Slobodan Milosevic gazetelere “Türklerden İntikam Alıyoruz” diyerek durumu özetliyordu.
Türk milleti geçmişiyle ve bugünüyle büyük bir millettir. Bu büyüklüğü bulunduğu tarihi coğrafyalarla tasdik edilmiş hakikatidir. “Küfr ile belki amma zulm ile payidar kalmaz memleket” ülküsüyle hareket eden bu millet günün birinde belki siyasi olarak güçlenecektir. Ama yine biz biliyoruz ki ezilse de ezmeyen asil karakteriyle insanlığın kirlenmiş vicdanını temizleyecek. İnsanlığın vicdanlı sesi olmaya, mazlumların sesi olmaya devam edecektir.
Facebook Yorum
Yorum Yazın